Buradasınız
Anasayfa > KÖŞE YAZARLARI > Ahmet Muhip Dıranas / BAHA AKINER

Ahmet Muhip Dıranas / BAHA AKINER

Sosyal Medyada Paylaş

Bu bir Pazar Edebiyat yazısıdır dostlar. Piyasa yazısı değildir. Tamamen kendimden özgündür. İlgilileri tarafından okuna…

Bu bir Pazar Edebiyat yazısıdır dostlar. Piyasa yazısı değildir. Tamamen kendimden özgündür. İlgilileri tarafından okuna…

Gülten Akın, şöyle söyler Ahmet Muhip Dıranas için:

“… Dıranas; Haşim’in, Tanpınar’ın izini sürmüş gibi görünse de, O birkaç okuyucuyla yetinmez. İster ki kendisini orta okuyucu, kalabalıklar anlasın…”

Melih Cevdet Anday ise şöyle:

“Şiir sanatının bir yapı işi olduğunu, biçimin öz anlamına geldiğini, sözcüklerin günlük anlaşma işlevleri dışında büyülü bir ses ve içerik taşıdıklarını anlamış ve bütün bunları kendine özgü bir biçimle yaşama çıkarmış güçlü bir ozanımızdır Dıranas…”

İlhan Berk ise “Bir ‘üçüncü şahıs’ şiiridir, Dıranas’ın şiiri…” diye başlar sözüne de ekler ardına uzun uzun anlatır Dıranas’ı:

“Şiir nedir, nasıl yazılır ve ne şiir değildir? Sanki bunu göstermeye gelmiş gibidir Dıranas…

Kendini bir yana atmış, bir keşiş gibi, yalnız düşündüğü şiiri buluruz dizelerinde. Bu yüzden uzun boyu, uzun saçları, uzun paltosu vurmaz şiirine. Acısı, sevincidir…

Düşünsel bir yolculuktur O’nun yaptığı. Saçlarını rüzgâra vermemiştir. Yürümemiştir… Şiiri, üstüne başına benzemiyorsa, bunun için benzemez. Bir Köyün Garip Kişisi’yle kendine bakmak ister, ister ki Türkeli’nin azgelişmişliğine, yalnızlığına, durağanlığına benzesin şiiri; işinin bir anıttan çok, bir suyolu şiiri, içinde bütün geri kalmışlığın kalıtları olan bir suyolu şiiri olsun ve ters düşmesin yaşadığına ve yaşanana… Ama bu orada kalır, kesilir sesi. Doruklarda gezmiştir çünkü. Suyolları çok aşağılardadır. Hem çocuklar oynuyordur orada…

Bir insana değil, bir anıta bakar gibi bakarız Dıranas’a… Şiirinin tragedyasızlığı hep bu anıt duygusundan gelir. Bir anıta ezilmişlik, acemilik, acı yakışmaz diye düşünür. Gerçekten de salt doruluktur bir anıta giden ve öyle kalmalıdır. Onun için bir müze sessizliğidir saçtığı…”

***

Fahriye Abla’sıyla tanırız O’nu daha çok ya; Olvido, Ağrı, Kar, Köpük gibi Şiir’leri de, Türk Şiir’inde hatırı sayılır bir yere sahiptir…

Az yazıp az yayımlamasıyla, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlatır Ahmet Muhip Dıranas… Sağlığında Şiir’lerini kitaplaştırmamasıyla da Yahya Kemâl Beyatlı’yı…

***

Doğan Hızlan’a göre de, Türk Şiir’inde büyük bir yerdir Dıranas’ın kapladığı ülke…

O’nun bir Şiir’inden, kafanızda büyük bir görüntü yaratabilirsiniz. Ruh durumlarını yansıtmada da büyük bir ustalık edinmiştir…

Afşar Timuçin’e göre de; Ahmet Muhip Dıranas, Fahriye Abla’dır… O’nun

Şiir’i dünyayı rahat koltuklardan gözleyen insanların Şiir’idir… İyi, hoş, yumuşak…

***

Ümit Yaşar Oğuzcan’a ithaf ettiği “Yağma” isimli Şiir’iyle de; sığlıktan, sıradanlıktan, sahte şöhretten sıyrılmış, tekrar tekrar okunacak gayet güzel bir İstanbul hatırası bırakır bize…

İstanbul’u ömründe hiç görmediği, hiç gidip yaşamadığı hâlde olabildiğince duygu denizinde araçsız seyahat ettirir Şiir’Severleri…

İnsanı eşya içinde değişen zamanla beraber kavrar; eski evler ve tenha sokaklar, şarkı gibi – düş gibi sarmaş dolaş gezintiler, Aşk’lar, Şiir’lere bağlanan dizeler, bir akşam gibi son bulmuştur “Yağma” Şiir’inde…

Mutluluklar şehri, ölümsüzlükler ve zaferler kenti İstanbul; yenilgilerle, yasla dolmuştur…

Buram buram hissedersin, son gündür ya yaşanan; taş taş üstündedir, ruh ve beden açlığı tıpkı ejderha gibi dört bir yana saldırmaktadır… Ortalık tozdan, dumandan, iniltilerden, akıntılardan, çöplerden geçilmemektedir…

Bu kadar anlattıktan sonra dostlar; buyurun Şiir’e, buyurun “Yağma”ya:

“Boğaz’ın bir kıyısında, aydınlık

Pencerelerde -her bulutun yolu-

Bir mevsim, seninle başbaşa kaldık,

Yaşadıkdı bir zaman İstanbul’u…

Akan suda kuş gibi gemilerle,

Eski evler ve tenha sokaklarla,

Şarkı gibilerle, düş gibilerle

Sarmaş dolaş… Olmaz gibi bir dünya…

Mutluluklar şehri bir İstanbul’du,

Şiirler, buluşmalar, aşklar… Şimdi

Akşam olan bir gün gibi son buldu;

Ne şiir kaldı, ne aşk, ne beklenti…

Tığ gibi minareleriyle, kendi

Kendisinde güzel, tek, yüce, kutlu

Bir ölümsüzlükler, zaferler kenti

Bugün yenilgilerle, yasla dolu…

Bir son gün hâli, bir taş taş üstüne;

Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder

Örneği saldırmada dörtbir yöne;

Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler…

Niçin geri geldik bunca yıl sonra?

Batık bir ülkeyi aramak gibi

İşte gençliğimiz: ta uzaklara,

Çok uzaklara bak. Orada belki…

Ama gizlice bak, olur ki ürker.

Yaşantıdan fazla anılardan kork,

Bize gülümsüyorsa geçmiş günler;

Belki yalandır, belki o bile yok…

Orda elinde bir simitle, ufak,

Süzgün bir çocuk, çocukluğum işte;

Nasıl kaçıyor benden, nasıl bir bak,

Yaban domuzu görmüş gibi düşte…

Boğaziçi, daha sağken gömülmek

İçin dönüşmüş beton mezarlara;

Bir hippi kız, bir deccal, şimdi Bebek

Koylarında ilham, arsız, farfara…

Ölebilirsin ha yol ortasında,

Yanılıp gökyüzüne bakma sakın.

Bir sevi vaktinin bile havasında

Yok artık o mahrem örtüsü aşkın…

O güzelim aşkın vücudu yağma,

Şarkısı ne mahur beste, ne Itri

Tenekeler çalıp çığlık çığlığa

Yarı bir sevişme, ayaküzeri…

Ve ekmek kapanın elinde. Hayat

Haklı değil. Tanrı ve kul ortada

Darağacında sallananlardan tut

Yargı kürsüsüne kadar yürü, taa…

Her şey değişiyor, kalbimiz bile,

Ama yüzyıllarla besili bir şehir

İnsan yaşamından daha da hızla

Bunca çabuk nasıl yok olabilir?

Hani o masal dünyası yalılar,

Hani o kayıklar ki kızca beyaz,

Hani o kadınlar ki sevdalılar,

Renk renk şemsiyeler altında bin yaz?

Ve o İstanbullular… Doygun, uçuk,

Sanki bir gelecek tufandan haber

Almışlarcasına hep, çoluk çocuk,

Göksel gemilere binip gitmişler…

Gidiş o gidiş… Ve kim bilir kaç yıl

Bu göç, fakiri, zengini el ele

Usulca… Ve artık hiç… Hayâl meyâl

Görünmüyorlar bulutlarda bile…

Kurabilir misin tekrar, düşünsen?

Hayâllerimizi bile yitirdik;

Dağılmış bir sofra bu, bitti şölen.

Sona kalmışlarsa biz gibi yenik…

Ne kadar yalnızız şu akşam vakti,

Bir selam bile yok artık verilen;

Anlamsız turistler gibiyiz şimdi

Kapalıçarşı’da sen, Köprü’de ben…

Söyle her doğruyu bilen güzel’im,

Sulara vurmuş gökyüzü mü? Neydi?

Uzanıp yıldızları tutsa elim

Bulur muyuz yeniden o cenneti?

Ruhumuz Boğaz’da, o eski yerde,

Yeni akımları umursamadan,

Bir hayalet gibi pencerelerde

Ne denli beklese de… Hiçbir zaman…

Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;

Güneş ve sular mucizesi, bir giz.

Her zaman sonsuz elbet… İSTANBUL bu.

Körelen belki de biziz… Kâlbimiz…”

***

Siz… Evet, siz… Lütfen üstünüze alınınız… Şiir’aydın Mersin sabahından… Bir çiçek bahçesinin içinde geçsin Pazar gününüz, her ânınız… İyi ki varsınız…

Bir yanıt yazın

Top